Server Bedi romanlarında, o, hep bir felaket beklentisi, korku hâli içinde, fırtınanın çatıyı bacayı uçurduğu o romanlarda, sebepsiz kalp çarpıntıları içinde bir titreme gelip, zihin türlü hayâlle karışık kabusla kavrulurken birden kapı çalındığı ve gece üçü vurduğu zaman; Sermet Muhtar romanlarında çapkın koca, hovardalığa çıkan paşa, saat dördü vurduğu hâlde eve gelmediği, evin hanımları mahalle bekçisini önlerine katarak sürre alayı gibi Aksaray sokaklarında dolaşmaya, hayırsız kocayı kapı kapı aramaya, bu arada bekçi bastonunun demir ucu ile saatin dört olduğunu yere vura vura duyurmaya başladığı zaman; Selami İzzet romanlarındaki hisli hanım, elinde lokman ruhu ile saat beşi vurduğu hâlde kocasının dönüşünden umut kesmediği için övülürken, hayatının geri kalanı için bol miktarda sinir ve güvensizlik biriktirdiğini kendine itiraf ederken; Ercîüıment Ekrem romanlarında Beyoğlu’na ya da Ayaspaşa’da apartmana taşınmış, asrîleşip, mondenleşmiş, Küçükpazarlı esnaftan bey, saat altıyı da, yediyi de vursa eve gelmeye niyeti olmadığı zaman, evde de zaten karısı beklemeyip, o da Rejans’ın üst katındaki maskeli baloda cointreau içerken, orada vuran bir saat de olmadığından sabah saatin on ikisinde ağır aksak, sisler içinde, zihni, gönlü bulanık, her şeyi, herkesi geceden çok farklı görerek, sokakları hızlıca geçerken, fırından gelen taze ekmek, muhallebicilerden gelen yanmış süt kokusu kendi zilletini genzinde bir yanık gibi duyururken ve adımları sürünme hâlinde evine girerken, bunun son olmadığını da bilerek saate baktığında “zamanlara dair umudu ve sorumluluğu olmayanın niye saati olur ki” diyerek, saatini çıkarıp attığında, saat son kez sabahın bir buçuğunu gösterdiğinde..., okuyucu hafifçe ya da meşrebine göre Çokça ürperir. Ancak bu ürpertici saatlerin şimdiki saatle üçün dokuz, dördün on, beşin on bir, pek romanlarda geçmeyen altının, yedinin (altıda, yedide de gelmeyenden artık umut kesiliyor demek ki) on iki, bir olduğunu belki bilmeyebilir. O zaman o saatler ürperticidir, belki o zaman ürpertici işler yapmak daha ürperticidir; her şey bir dehşet gibi algılanır ve yaşamı-, O vakitlere kalmak artık başka, dönülmesi güç, müptezel bir hayata girmiş olmak demektir. İkindi vakti eve girildiği, en haylazın, akşam ezanı okunduğunda evde olduğu, yatsının, iyice kabuğuna çekilme zamanını duyurduğu aile, mazbutluk, düzen, ibâdet, itaat kuşanan insanlar için bu elbet olağandır. Ama mazbut olmayan, etrafı titretenler de hep vardır. Bu tuhaf saatler de herhâlde onlar için çalar, onlara benzememenin uyarısı için çalar.
Alaturka saatin kullanıldığı dönemlerde, şimdi kullandığımız, bildiğimiz mekanik saatler alaturka saat ayarı ile kullanılıyordu. Yani alaturka saat dediğimiz farklı bir mekanizma değil farklı bir ayardır. Şimdilere fazla örneği kalmamış ancak Türk yapımı bazı kıymetli saatlerde görebildiğimiz; çift kadranlı saatler, biri alaturka öbürü alafranga saate göre ayarlı olarak kullanılıyordu. Avrupa yapımı, bu amaç için yapılmış olmayıp bir orta masaya konduğunda saatin kaç olduğu her yönden görülebilsin diye iki ya da dört yönlü yapılmış İngiliz oturtma saatler de bu şekil ksasiyet taşıyordu.
Alaturka saat kullanan bir kimse, saatini. durduğunda, geri kaldığında değil; akşam ezanı okunduğu vakit ayar ediyordu. Tabi çok çeşitli halk, düşünce ve itikadların iç içe yaşadığı bir toplumda, hemen herkes, saatin alaturka olarak da, alafranga olarak da kaç oldugunu elbette biliyordu. 19. yüzyıl sonuna doğru özellikle Batı'ya dönük, yabancılarla fazlaca hâllihamur olanlar, toplumun pek çok şeyini beğenmedikleri gibi her gün değişen saatini de iptidaî, mânâsız ve dünya dışı buluyorlardı.
Alaturka saat, Türk toplumu nun yüzyıllar boyu kullandığı, kendini, işlerini, hayatının tüm düzenini ona göre ayarladığı bir zaman düzenidir. Alaturka saatte güneşin konumu esastır. Güneşin batma anı, boylamlara göre her yerde değiştiğinden alaturka saat şehirden şehire değişir. Mevsimlere göre günler uzayıp, kısaldıkça ezan saati yine değişir. Dolayısı ile alaturka saat, standart bir saat değildir. Dünya sabit olmayıp kendi ve güneşin etrafında döndüğünden güneşe göre uzayıp kısalan günlere, daha doğrusu ışığa sahiptir. Batı’nın, bizim de bugün kulllandığımız alafranga saati, gece 12’de ertesi güne devreden, saatin sabit olarak gösterdiğini esas alan saattir. Oysa alaturka saatte, günlerin kısalmasına göre havanın rengi ile saat eşittir. Yazın olduğu gibi akşam sekiz buçuk, dokuzda hava aydınlık olmaz. Akşam ezanı gece on ikidir. Gün, o an sonraki güne devreder. Akşam ezanı kaçta okunursa, saat on ikidir. Bu süretle günlerin kısalmasına göre alaturka saat üçte, hava hep karanlıktır. Saat ile tabiat, ışık olarak da, mevsim olarak da her anlamda uyumludur, söylenen ile görünen birbirini yadırgamaz. Bu aslında daha ince bir ölçümdür, sert hatlı, kat’i sözlü, yanlışını kabul etmeyen, hiçbir şey için, hiçbir değişime katlanamayan alafranga saatin ergen inadının ya. nında alaturka saat çok olgun, çok çelebi, her günü başka yaşayacak tahammülde, her günün getirdiğine de katlanacak güçte, aynı zamanda çok daha nahifve kırılgandır. “Saat şu” demek için ne yere ne göğe, ne kendi hâline bakmayan alafranga saat, yaşarken katı geçişleri ile hayatın hep sabitliği üzerinde durur. Hâlbuki insan ruhu sabit olmadığından, bu söylenişlerde incinecek bir yan bulur. Akşam ezanının mâveraî sesini duyan kulağı ağılıksız kişi, bunu hemen saate de öğretir. Saat neticede bir makinedir, ondan bir şey öğrenmek yakışık almaz, öğretmek ve onun neticesine göre davranmak uygundur. Alafranga saatte, saatin itirâflarına papaz olmak gerekir ki, Müslüman saatine bu yine yakışmaz; itirafla kurtulacağına inanmadığından itiraflık şeyleri biriktirmemeye bakar.
Alaturka saat kendi başına işlerliği ile değil, ayarlama ile râbıtalı olduğundan güneşin eve girmiş, solmuş, ışıksız hâlidir. Hatta denebilir ki alaturka saat, gökteki güneşin evdeki gölgesidir, sanki bu nedenle de loş, gölgeli evlere daha yaraşır ve göigeii, yekpâre olmayan kalplere.
Alaturka saat kullanan, akşam ezanı okunduğunda gecenin on ikisi olduğunu saate öğreteceğinden, günün bitip yeni günün başlayacağı ana dair uyanık olur. Ezanı duymayan veya duyamamış olanlar için hazırlanmış çizelgeler vardır. Bu çizelgeler, o dönemde, cepte taşınacak şekilde basılmış, daha önceki devirlerde muvakkitler tarafından isteyenin talebine göre elde yazılmış, kenarları tezhiple süslenmiş, sekiz on sahifelik küçük kitapçıklardır. Bir yıl için on iki aydaki gün uzayıp kısalmalarını, alaturka saati alafrangaya çevirme çizelgesini, hicrî ve mîlâdî yılı, ayların Osmanlıca-Fransızca adlarını, hatta bazıları burçları ihtiva ederdi ve bunlar, 0 zaman şehirlerde yaşayan hemen her erkeğin cebinin bir köşesinde bulunurdu (elbette her şehir için ayrı). Yine, bazı eski kitaplardaki söz arasından öğrendiğimize göre hep cepte taşınmaktan yıpranmış, lime lime olmuş hâlde olurlarmış, bir sokak fenerinin ya da lambasının altında, çizelgenin kopuk yerlerini birleştirmeye, yazılanı görmeye çalışanlar sıralanmış, tertip ehlince “hem kulağı ezanda değil, hem günler ne vakit uzayacak da kuşbazlık vakti gelecek diye dört gözle bekliyor, elinden gelse dünyayı eli ile şöyle bir hızlıca çeviriverip dere kenarına yanlayacak, necâset konservesini yiyip işret edecek, insanı bakma rağbetinden kesen kuyu anaları ile işaretleşecek, her şiirden birer beyit çakıştırıp okuma akşamcılığı yapacak... diye, haklarında eve varana kadar söylenip, yüreklerin ferahlatıldığını, yatsıda tövbe edip rahat rahat sağ tarafa dönerek yattım ya Allah kalkarım inşallah!...” okunduğunu da tahmin edebiliriz.
Saat, takvim düzenleri herkesin bildiği gibi dünya işlerini düzene koymak,işleri, farklı şehirler, toplumlar arasında karmaşa olmadan birlik içinde bir saatten, günden, aydan söz edince herkesin aynı şeyi anlayacağı bir birlik oluşturmak için yapılan hesaplamalara, alınan kararlar ilâve edilerek yapılmıştır. Yine bilindiği gibi dünyada çok çeşitli saat düzenekleri tasarlanmış, hesaplamaların daha kolay olacağı decimal sisteme göre günün 10 saat ettiği saatler yapılmış (Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Bandırmalı Osman Nuri’nin decimal sisteme göre yapılmış bir saati mevcuttur), farklı takvimler, farklı uluslarca denenmiş, zaman zaman kullanılmış ama belki bazıları mâkul olduğu hâlde birlik esas alındığı ve Batı tipi saat ve takvime daha bağımlı olunduğu için bunlar kalıcı olmamıştır. Alaturka saat ise Müslüman toplumlarındaki hicrî takvim gibi zaman ölçümünün esasını, ibâdet saatlerinin önemini öne alarak, daha önemlisi yaşantının zaten bizzat ibâdet saatlerine göre ayarlanması gerektiği düşüncesi ile Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılmıştır. Bu saat düzeni, akşam ezanı olması ile günün bitmesi yeni günün başlaması, sabah ezanı vakti de mümkün mertebe uyanık olmak hâli gibi sâde, alengirsiz bir hayat yaşamayı öngörür. Şimdi olandan daha sakin, âsüde, telâşsız ve daha öte tarafiçin olan bir yaşantıya benziyor. Gece yarılarına kadar dışarıda olma, öğlenlere kadaryatma gibi (yine eski kitaplar bu sabah uykusunu uzatanlardan tiksintiyle “mayalandıklarını’ söyleyerek söz ederler) hâllerin daha uzakta olduğu bir hayat gibi de görünüyor. Ahmet Haşim’in Gurabahane-i Laklakan’ın da yer alan “Müslüman Saati” yazısında, alaturka saatten, alafranga saate geçişin kendinde uyandırdığı, kendine çok yakışan duygular üzerine “Eskiden kendimize göre bir yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan, görenekten esinlenen bir beğenimiz olduğu gibi iza; yaşam biçimine göre de saatlerimiz, günâerimiz vardı. Müslüman’ın gününün başlangıcını tan parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları belirlerdi. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik kısa, hahf, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Gelen yabancılar yaşamımızı bozup, onu bilinmeyen bir ilkeye göre yeniden düzenlediler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir duruma getirdiler. Yeni ölçü, bir deprem gibi çevremizi alt üst ederek eski gün’ün , bütün engellerini yıktı ve geceyi gündüze katarak mutluluğu az, zorluğu çok, uzun, bulanık renkte bir yeni gün ortaya. koydu. Bu, Müslüman’ın eski mutlu günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında olabildiğince çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük uygarlıkların acı ve sonu gelmez günüydü. Gün doğuşu saati, Müslüman için düşsüz bir uykunun sonu ve yıkanma, ibâdet, sevinç ve umudun başlangıcıdır. Kubbe minarelerini, o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en kutsal anlamı veren o şaşırtıcı mimarlığı anlamış değillerdir. Şimdi, ne yazık ki eski saatle birlikte akşam da. gün doğuşu da bitti“ diye yazar.
Haşim'in “Müslüman Saati" denemesi, şiirlerindeki akışı, ürperticiliği, özlemi ve içinde kaybolma, şiirden başını kaldırınca da bulunduğu yerden derin bir yeis duyma hâlini yaşatıyor. Verdiği özlem, bir yakalanabilirlik taşıdığı için yakıcılık artıyor. Haşim, kendi inceliği, yüksek şairaneliği, güzeli, yükseği yakalamaktaki anlayış ve hüneri ile elbet o zaman bile bir özlem olanı sonraya, daha da derin bir özlem olarak aktarıyor. Bahsettiği arı, duru, sâde, hafif, telâşsız, çırpınmadığı için boğulmayan, dünyayı bir dinlenme, bir gölgelik olarak görüp eşelenmeyen, hahf temaslarla yetinen, berrak bir yaşayışa sahip eski insanımız, eski Müslüman, şiirlerindeki kuğular, leylekler kadar göz açıp kapama süresince görülen belki salt sezilen bir hulyâdan ibarettir. Acı yanı ise, dünya kuğuyla, leylekle, nehirle, Müslüman’la, her an alınan abdestle, okunan ezanla dolu iken bunların zevki, inceliği, lezzeti ve ıstırabı ancak şiirde sezilir olması. Yaşarken bütünlük duygusunun sürekli kaybolması, hep bölük pörçüklükler, bunların bir bütün hâlinde sunulduğu sanat eserlerini değerli ve cezbedici kılıyor. Hayatın içinde o hafiflikte insana rastlamamak, hep delici, bozucu çirkinlik katıcı başka şeylerin düşünceyi, görüntüyü zedeiemek için yarışması, tedaviyi şiirde aramayı ya da geçmişi bir zaman öyle imiş gibi göstererek kaybın yasını tutmayı getiriyor. Geçmiş gerçekten öyle olsa Haşim hiç şiir yazmazdı. Geçmişte öyle insanlar olsaydı, şimdi böyle torunları olmazdı. Ancak geçmiş dekor korunup hayâlperestlere daha iyi bir yerde yaşama şansı verilse, geçmiş alışkanlıklar böyle tümden kestirilip atılmasa, her bakımdan daha iyi olurdu. Ama yine de bir şey değişmezdi. İyi ki daha zarif insanların, daha ince duyuşlarını okuyabiliyoruz, farkına varabiliyoruz, gözümüzden leylekler, elimizden ısınmış taşlar, ot kokuları, tan kızartıları geçiyor. İnsanın görüp, çekip yapabildiğini yapıp çekilişi, arkada bıraktıkları ve hayâlleri kalıyor. Zaten zaman da bu demek...